ARTICLE
4 December 2025

Enflasyonist Ortamda Alacağın Korunması: Yargıtay Ve AYM Kararları Işığında Munzam Zarar Davaları

Fidanci & Esin Partners

Contributor

F&E Partners is a next-generation boutique law firm based in Istanbul, delivering full-spectrum legal solutions across diverse practice areas, including but not limited to dispute resolution, corporate, regulatory, and real estate matters. Combining international experience with meticulous local expertise, we offer agile, partner-led counsel and strategic insight to help clients thrive in a dynamic legal and business landscape.
Türkiye'de süregelen yüksek enflasyon, para alacaklarının reel değerinin korunmasını her zamankinden daha önemli hale getirmiştir. Uzun süren yargılamalar ve geç ödemeler ise, alacaklının uğradığı değer kaybının nasıl giderileceği sorusunu yeniden gündeme taşımaktadır.
Turkey Litigation, Mediation & Arbitration

1.Özet ve Giriş

Türkiye'de süregelen yüksek enflasyon, para alacaklarının reel değerinin korunmasını her zamankinden daha önemli hale getirmiştir. Uzun süren yargılamalar ve geç ödemeler ise, alacaklının uğradığı değer kaybının nasıl giderileceği sorusunu yeniden gündeme taşımaktadır.

Türk hukukunda bu zarar, "munzam zarar" (ya da aşkın zarar) olarak adlandırılmakta ve Türk Borçlar Kanunu'nun 122. maddesi (TBK 122) uyarınca düzenlenmektedir. Ancak Yargıtay daireleri ve Hukuk Genel Kurulu ("HGK" veya "Kurul"), yıllardır bu konuyu farklı biçimlerde yorumluyor. Bir görüş, zararın mutlaka somut delillerle ispatlanması gerektiğini savunurken; diğer görüş, ekonomik gerçekleri, enflasyon oranlarını ve hakkaniyet ilkelerini dikkate alan daha esnek bir yaklaşım benimsiyor.

Bu içtihat ayrışması, 8 Temmuz 2025 tarihli Anayasa Mahkemesi ("AYM") pilot kararıyla yeni bir boyut kazandı. AYM kararı, mevcut sistemin alacaklının reel kaybını karşılamada yetersiz kaldığını tespit ederek sorunu yapısal bir eksiklik olarak tanımladı. Mahkeme, çözümün artık yalnızca yargısal yorumla değil, TBMM'nin müdahalesiyle sağlanabileceğini vurguladı.

Bu karar, para borçlarının enflasyon karşısında nasıl korunacağına ilişkin tartışmayı hem alacaklılar hem borçlular açısından yeni bir döneme taşıyor. Bu makale, Yargıtay dairelerinin kararları, HGK içtihatları ve Anayasa Mahkemesi'nin pilot kararı ışığında munzam zarar tazminatı konusundaki güncel borçlar hukuku görünümünü sistematik biçimde incelemektedir.

2.Munzam Zarar Nedir ve Nasıl İspatlanır?

Türk Borçlar Kanunu'nun 122. maddesi (TBK 122) uyarınca munzam zarar, bir para borcunun geç ödenmesi sebebiyle alacaklının uğradığı ve yasal temerrüt faiziyle karşılanamayan ek zararı ifade eder. Bu düzenleme, denkleştirici adalet ilkesine dayanır ve borcun geç ödenmesi sonucu alacaklının malvarlığında oluşan reel kaybın giderilmesini amaçlar.

Munzam (aşkın) zararın tazmini talebinin kabulü için temelde dört temel şartın birlikte var olması gerekmektedir:

  1. Borçlunun temerrüde düşmüş olması,
  2. Faizi aşan bir zararın bulunması,
  3. Zarar ile temerrüt arasında illiyet bağı,
  4. Borçlunun kusuru.

Uygulamadaki esas tartışma ise bu zararın nasıl ispatlanacağı noktasında yoğunlaşmaktadır. Yüksek enflasyon veya hızlı döviz artışı gibi genel ekonomik olgular, zararın varlığı için yeterli bir karine olarak kabul edilebilir mi, yoksa alacaklı her durumda somut delillerle mi ispat yapmalıdır?

Bu soru, Yargıtay içtihatlarında uzun yıllardır süregelen görüş ayrılığının temelini oluşturur. Bir yanda, zararın mutlaka somut biçimde kanıtlanması gerektiğini savunan katı yorum yaklaşımı; diğer yanda ise ekonomik koşulları dikkate alarak daha esnek bir ispat anlayışını benimseyen yorum bulunmaktadır. Bu nedenle, munzam zarar davaları, borçlar hukuku uygulamasında en tartışmalı alanlardan biri olmayı sürdürmektedir.

3.Somut İspat Ekolü

Yargıtay'ın kimi daireleri, uzun yıllar boyunca munzam (aşkın) zararın kabulü için alacaklının faiz ile karşılanamayan zararının mutlaka somut delillerle ispatlanması gerektiği yönündeki yaklaşımı benimsemiştir.

Bu doktrinin temel çıkış noktası, enflasyon gibi genel ekonomik olguların zaten yasa koyucu tarafından faiz oranları belirlenirken dikkate alındığı düşüncesidir. Buna göre, aynı olgulara dayanarak ayrıca tazminata hükmetmek, mahkemelerin yetkisini aşan bir değerlendirme anlamına gelecektir.

Bu yaklaşımı Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 19.06.1996 tarihli (E. 1996/144, K. 1996/503) kararında görmek mümkündür. Kurul, yasal faiz oranını aşan zararın tazminine hükmetmeyi "yetki tecavüzü" olarak nitelendirmiştir:

"Kanun koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip bunların tevlid edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasadan aldığı kanun yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın % 30 değil, % 60 veya % 70 olduğu kabul edilemez."

Kurul aynı kararda, ispatlanması gereken munzam (aşkın) zararın "paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan 'muhtemel' kar, ya da farzedilen gelir" olmadığını, aksine "davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden (...) kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarar" olduğunu vurgulamıştır.

Bu katı yaklaşım, yıllar içinde HGK tarafından defalarca teyit edilmiştir. Örneğin, HGK'nın 29.03.2022 tarihli (E. 2021/938, K. 2022/401) kararında, bu ilke modern bir dille yeniden ifade edilmiştir:

"Dolayısıyla TBK'nın 122. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan aşkın zararın, genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri, paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma) dışında davacının durumuna özgü somut vakıalarla ispatlanması gerekir. Başka bir anlatımla yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu, paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma, davacıyı ispat yükünden kurtarmayacağı gibi herhangi bir ispat kolaylığı da sağlamaz."

Benzer şekilde Yargıtay 3. Hukuk Dairesi de bu çizgiyi tutarlı biçimde izlemiştir. Daire'nin 10.03.2022 tarihli (E. 2022/691, K. 2022/2136) kararında şu ifadeye yer verilmiştir:

"Soyut enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması munzam zararın gerçekleştiği ve ispatlandığı anlamına gelmez. Davacı tarafından ispatlanması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir."

4.Esnek Yaklaşımı Benimseyen Ayrık Kararlar

Her ne kadar Yargıtay'da uzun süre boyunca "somut ispat" anlayışı baskın olsa da içtihat çizgisi hiçbir zaman tamamen yeknesak olmamıştır. Zaman zaman, ekonomik gerçekleri ve hakkaniyeti gözeten daha esnek bir yorum benimseyen kararlar da verilmiştir.

Bu esnek yaklaşımın bir örneği, HGK'nın 07.02.2007 tarihli (E. 2007/55, K. 2007/53) kararıdır. Bu kararda Kurul, yerel mahkemenin "somut ispat yok" gerekçesiyle verdiği ret kararını bozan Özel Daire kararına uyulması gerektiğine hükmetmiştir. Bozma kararında, zararın hesaplanması için şu unsurların araştırılması gerektiği belirtilmiştir:

"...her yıl itibari ile gerçekleşen yıllık enflasyon artış oranı, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumu, mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranları, TL. karşısında döviz kurlarına ilişkin değişiklik tabloları araştırılıp saptanmak..."

Bu karar, katı ekolün reddettiği genel ekonomik verilerin, zararın hesaplanmasında bir ölçüt olarak kullanılabileceğini kabul etmesi bakımından önemli bir ayrıklıktır.

Benzer şekilde HGK, 13.06.2012 tarihli (E. 2011/730, K. 2012/373) kararında, kamulaştırma bedelinin aşırı uzun bir süre ödenmemesi nedeniyle paranın alım gücünün bariz şekilde düştüğü bir olayda, alacaklının zararının varlığının ayrıca bir ispata gerek duymadığına, bir karine olarak kabul edilmesi gerektiğine hükmetmiştir:

"Somut olay itibariyle, davacıların kamulaştırılan taşınmazlarının bedelini aradan geçen uzun süreye rağmen henüz tahsil etmemiş bulunmaları, bu bedelin dava tarihindeki satın alma gücü dikkate alındığında, zararlarını kanıtlamış olduklarının kabulü gerekir."

Buna karşılık, aynı kararda yer alan muhalefet şerhi, "yüksek enflasyon veya döviz artışının alacaklıyı ispat yükünden kurtarmayacağı" yönündeki klasik görüşü savunmuştur. Bu durum, Yargıtay içindeki derin görüş ayrılığını ve konunun yıllar içinde neden çözüme kavuşamadığını açık biçimde ortaya koymaktadır.

5.AYM'nin 2017 Kararı Munzam (Aşkın) Zarar Davalarına Nasıl Yansıdı?

Yargıtay'ın munzam (aşkın) zarar taleplerinde uzun süredir benimsediği katı ispat yaklaşımı, 2017 yılında AYM'nin önüne taşınmıştır. Mahkeme, 21.12.2017 tarihli ve B. No: 2014/2267 sayılı kararında, derece mahkemelerinin davacılara aşırı bir ispat yükü yüklemesinin mülkiyet hakkı (Anayasa m. 35) ile bağdaşmadığına hükmetmiştir.

AYM, alacaklının parasal talebinin enflasyon nedeniyle değer kaybetmesine rağmen mahkemelerin hâlâ "somut zarar" ispatı aramasını, adil dengeyi alacaklı aleyhine bozan bir uygulama olarak değerlendirmiştir:

"Başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle... adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu değerlendirilmiştir."

AYM'nin bu kararı, Yargıtay'da önemli bir yankı uyandırmış ve bazı dairelerin yerleşik uygulamalarını yeniden gözden geçirmesine neden olmuştur. Bu değişimin örneklerinden biri, Yargıtay 15. Hukuk Dairesi'nin 25.04.2018 tarihli (E. 2017/2736, K. 2018/1742) kararıdır. Daire, bu kararında açık bir yön değişikliğine giderek, genel ekonomik koşulların sürmesi halinde enflasyonun "maruf ve meşhur vakıa" olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir.

"Dairemizin, uzun süreden beri yerleşik uygulaması ve kararlarında munzam zararın davacı tarafından somut olarak ispatlanması kabul edilmekle birlikte gelişen ekonomik koşullar, mülkiyet hakkının hukukta korunması görüşü benimsenerek kararların bu yönde oluşması ve Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı da göz önüne alındığında, genel ispat kuralından ayrılarak, enflasyon baskısı sürdüğü sürece maruf ve meşhur vakıa niteliğinde kabul edilerek alacaklının... munzam zararının varlığını kanıtlama zorunluluğundan vazgeçilmek zorunda kalınmıştır."

Bununla birlikte, bu yaklaşım Yargıtay genelinde kalıcı bir içtihat birliğine dönüşmemiştir. HGK'nın 09.12.2021 tarihli (E. 2017/2800, K. 2021/1629) kararında çoğunluk hâlâ "somut ispat" kuralını sürdürmüş, ancak karşı oy yazılarında AYM kararına atıf yapılarak bu katı uygulamanın gözden geçirilmesi gerektiği savunulmuştur.

"Anayasa Mahkemesinin bu kararıyla birlikte, somut zararın varlığı ve ispatını arayan mevcut ağırlıklı uygulamanın yeniden gözden geçirilmesi gerekir... Alacaklının alacağını zamanında alamaması nedeniyle kredi çekmek zorunda kalması... gibi nedenlerle somut zararın varlığı kabul edilirken, bu şekilde davranmayıp mülkiyet hakkına tabi elindeki kaynakları kullanmak zorunda kalan ve bu kapsamda malvarlığı eriyen kimsenin enflasyon ortamında zarara uğramadığından söz edilemez."

AYM'nin bu kararı, Yargıtay içtihatlarındaki ayrılıkları daha görünür kılmıştır. Bir kısım üyeler mülkiyet hakkı vurgusunu benimserken, diğerleri klasik borçlar hukuku çizgisini sürdürmüştür. Böylece 2017 kararı, 2025 tarihli pilot kararın zeminini hazırlayan anayasal bir uyarı olarak kalmıştır.

6.Yargıtay 6. Hukuk Dairesi'nin "Ekonomik Sepet" Formülü

Bu dönemde Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, 13 Ocak 2025 tarihli (E. 2024/3534, K. 2025/15) kararıyla munzam (aşkın) zarar konusunda en dikkat çekici adımlardan birini atmıştır.

Daire, yüksek enflasyon dönemlerinde zararın ayrıca ispatlanmasına gerek bulunmadığına hükmetmiştir. Bu durumları "hayatın olağan akışı içinde herkesçe bilinen olgular" olarak nitelendirmiş ve zararın varlığını fiili karine kabul etmiştir.

6. Hukuk Dairesi'nin yaklaşımını yenilikçi kılan unsur ise, zararın hesaplanmasında önerdiği somut yöntemdir. Daire, "ekonomik sepet yöntemi" adını verdiği bu modelde, zararın belirlenmesi için birden fazla ekonomik göstergenin ortalamasının alınmasını öngörmüştür:

  • Yıllık enflasyon oranları (TEFE-TÜFE)
  • Üç aylık ortalama vadeli mevduat faiz oranları
  • Devlet tahvili faiz oranları
  • Döviz kurlarındaki değişim (Amerikan doları ve Euro)
  • Asgari ücret artışı
  • Altın fiyatlarındaki artış

Bu yöntem, daha önceki Yargıtay içtihatları aksine, ekonomik gerçekleri doğrudan dikkate alan objektif bir hesaplama modeli ortaya koymuştur. Böylece munzam zarar tazminatının (TBK 122) tespitinde sistematik bir formül önerilmiş oldu.

6. Daire kararı, hem somut ispat doktrinine meydan okuması hem de zararın belirlenmesine ilişkin metodolojik bir çerçeve önermesi bakımından, Yargıtay kararları arasında önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir.

7.AYM'nin 2025 Tarihli Pilot Kararı

Yargıtay daireleri ve Hukuk Genel Kurulu arasındaki derin görüş ayrılıkları, munzam (aşkın) zarar tartışmasını artık bir içtihat farklılığı olmaktan çıkarıp temel haklarla bağlantılı bir soruna dönüştürmüştür. Bu yargısal çıkmaz, sonunda Anayasa Mahkemesi'nin önüne taşınmış ve 8 Temmuz 2025 tarihli, 2024/41763 başvuru numaralı pilot karar ile sonuçlanmıştır.

Somut olayda başvurucu, bir banka kredisine ilişkin alacağını on yıl süren bir yargılama sonucunda yasal faiziyle birlikte tahsil etmiş; ancak bu süre zarfında yaşanan yüksek enflasyon nedeniyle alacağının reel değerinin büyük ölçüde eridiğini ileri sürerek munzam (aşkın) zarar talebinde bulunmuştur. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, yerleşik katı içtihat doğrultusunda, genel ekonomik olgular dışında somut bir ispat sunulmadığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir.

AYM, bu olayı değerlendirirken sorunu bireysel bir hak ihlali olarak değil, sistemin tamamını etkileyen "yapısal bir sorun" olarak ele almıştır. Mahkeme'ye göre, mevcut hukuk düzeni alacaklının enflasyon karşısındaki reel kaybını telafi edecek etkili bir hukuk yolu sunmamaktadır.

AYM'nin bu tespiti iki temel gerekçeye dayanmaktadır.

İlk olarak, 3095 sayılı Kanun'daki yasal faiz oranlarının yüksek enflasyon dönemlerinde reel kaybı telafi etmekten uzak olduğu belirtilmiştir. Mahkeme, faiz oranlarını TÜFE verileriyle karşılaştırarak kanuni faizin enflasyonun gerisinde kaldığı sonucuna ulaşmıştır.

İkinci olarak, yasal faizin yetersizliğini gidermesi beklenen TBK m.122'deki munzam (aşkın) zarar davasının, Yargıtay'ın katı "somut ispat" anlayışı nedeniyle işlevsiz hale geldiği belirtilmiştir. AYM'ye göre, mahkemelerin enflasyon gibi ülke çapında geçerli ekonomik verileri dikkate almaması, bu tazminat yolunu pratikte etkisiz kılmaktadır.

Bu iki mekanizmanın yetersizliği, AYM'yi sorunu sistemsel düzeyde ele almaya yöneltmiştir. Mahkeme, ihlali yalnızca bireysel değil, yapısal bir eksiklik olarak değerlendirerek pilot karar usulünü işletmiştir.

Karar kapsamında AYM, iki temel anayasal hakkın ihlal edildiğini belirlemiştir:

  • Mülkiyet hakkı (Anayasa m. 35): Alacağın reel değerinin korunamaması bu hakkın özüne müdahale anlamına gelir.
  • Etkili başvuru hakkı (Anayasa m. 40): Mevcut yasal yollar, zararın giderilmesi için fiilen bir çözüm sunmamaktadır.

Mahkeme, sorunun yalnızca yargısal yorumla çözülemeyeceği sonucuna varmış ve dosyayı yasama organına bildirme kararı almıştır. Ayrıca, benzer nitelikteki bireysel başvuruların altı ay süreyle ertelenmesine hükmederek, yasama organına bu süre içinde etkili bir çözüm mekanizması oluşturma çağrısı yapmıştır.

Karardaki karşı oy ise, sorunun yasal değil "yorumsal" nitelikte olduğunu, dolayısıyla çözümün yeniden yargılama yoluyla Yargıtay içtihatlarının değiştirilmesiyle sağlanabileceğini savunmuştur. Buna rağmen çoğunluk görüşü, Türkiye'de munzam (aşkın) zarar tartışmasını bireysel davaların ötesine taşıyarak sistemsel bir hukuk reformu tartışmasına dönüştürmüştür.

8.Sonuç ve Değerlendirme

Munzam (aşkın) zararın tazminine ilişkin içtihatların gelişimi, Türk hukukunda bir kuralın zaman içinde ne kadar karmaşık bir seyir izleyebileceğini açık biçimde göstermektedir. Bu alandaki en temel sorun, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun farklı dönemlerde birbiriyle uyumlu olmayan kararlar vermesi ve daireler arasındaki yaklaşım farklarının giderek derinleşmesidir.

Bir yanda, 1996, 2021 ve 2022 tarihli kararlarında örneklerini gördüğümüz somut ispat anlayışını koruyan katı bir çizgi; diğer yanda, 2007 ve 2012 kararlarında örneklerini gözlemlediğimiz ekonomik göstergeleri dikkate alan esnek bir yaklaşım görülmektedir. Bu parçalı tablo, aynı nitelikteki bir davanın sonuçlarını, yalnızca dosyanın düştüğü daireye veya davanın açıldığı döneme göre tamamen farklılaştırabilmektedir.

Anayasa Mahkemesi'nin 2025 tarihli pilot kararı, bu dağınık tabloyu bireysel bir hak ihlali olarak değil, sistemin yapısal bir eksikliği olarak nitelendirmiştir. Mahkeme, sorunun yalnızca yargısal içtihatlarla çözülemeyeceğini, etkili bir tazmin mekanizması oluşturulması için yasal düzenleme yapılması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.

Bu aşamada iki olasılık öne çıkmaktadır:

İlki, TBMM'nin AYM'nin çağrısına yanıt vererek yeni bir düzenleme yapıp yapmayacağıdır. İkincisi ise, Yargıtay'ın içtihat farklılıklarını bir İçtihadı Birleştirme Kararı ile giderip gidermeyeceğidir.

Bu iki mekanizma devreye girene kadar, munzam (aşkın) zarar davaları uygulamada belirsizliğini korumaya devam edecektir. Bu süreçte, uygulayıcılar için en rasyonel yaklaşım, dava stratejilerini hem mevcut içtihat çizgilerine hem de AYM'nin mülkiyet hakkı ve etkili başvuru hakkına ilişkin değerlendirmelerine dayanarak oluşturmak olacaktır.

The content of this article is intended to provide a general guide to the subject matter. Specialist advice should be sought about your specific circumstances.

[View Source]

Mondaq uses cookies on this website. By using our website you agree to our use of cookies as set out in our Privacy Policy.

Learn More